Kiralık Aşk
kiralik aşk defne’nin yolu bölüm 14
efendiiim, bir varmış, bir yokmuş, allah’ın kulu çokmuş.
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellan iken, nihan’la serdar kızıl üçüzlerinin beşiğini tıngır mıngır sallar iken…
saatler, saatleri; günler, günleri; aylar ayları (sknn: yok aylar olmasın, bir ay yeter) kovalarken; paris’te bahar gelir, çiçekler açar, bülbüller şakımaya, bütün güzel kadınlar şanzelize’de takılmaya başlarken; az değil ama uz giden, hatta bir ayda altı aylık yol giden su perisi defne kızımız hayatının en güzel, en heyecanlı ve en eğitici günlerini dostu ve yol göstericisi (!) erol’un rehberliğinde geçirmekte imiş.
gel gör ki güzeller güzeli defne’mizin, hiç kimseciklere söyleyemediği, için için kendisini yiyip bitiren bir de üzüntüsü varmış. her gülüşünün arkasında saklanan mahzunluğuna sebep; biricik sevdiceği, buzlar ülkesi’nin kara gözlü bal dudaklı piremsi ömer’inin, paris-istanbul arasındaki dağları, ovaları, hendekleri, bilumum engelleri, bubi tuzaklarını ve dahi dost kazıklarını aşıp da defne’sinin yanına gelemeyişiymiş. defne’miz erol’u kırmamak için üzüntüsünü belli etmeyip içine atarmış ama, insanın içinin de bir istihap haddi varmış.
aynı zaman diliminde kara gözlü piremsimiz ömer ise, istanbul’da kendisini en parlak elmalarla kandırmaya çalışan kenafir gözlü cadının büyüsüne ha kapıldı ha kapılacak vaziyette imiş. cadının söylediği “o ayakkabı olmaz, başka çiz; bu hiç olmaz bir daha çiz; gel elbiseleri de sen çiz; bakışında var tuhaf bir giz; senle birlikte dünyayı yerinden oynatırız ikimiz…” türünden büyülü sözlerine karşı günde beş vakit defne’sini arayıp “gene gelemiyorum aşkım, bugün olmaz belki yarın” diyerek güç toplamaya çalışırmış.
gel zaman git zaman, telefonunun kontürü azalmaya, paris-istanbul hattı da çok yazmaya başlayınca piremsimizin aramaları da seyrekleşmiş….
1. sahne
(defne, erol’un çalışma odasında, şöminenin karşısında, elinde bir tablet, yüzü göz yaşları ile ıslanmış bir vaziyette kıvrılmış uyuyakalmıştır.
erol’un malikânenin kapısından girdiğini görürüz, dışarda feci bir yağmur yağıyordur. elindeki çantasını ve pardesüsünü uşak andre’ye teslim eder. kaşını kaldırıp bakar, andre hemen durumu çakozlayıp, sessizce çalışma odasını işaret eder..
erol, çalışma odasına girer. karanlık odada, şöminenin ışıkları saçlarının kzılında oynaşan defne’ye bakar, iç geçirir, yanına gider. eğilip hafifçe şakağından öper, o anda yüzünün ıslaklığını fark eder, canı sıkılır, suratı asılır)
erol: defne…defne! hadi, aç gözünü artık uyuyan güzel!
defne (gözünü açar, erol’u yanıbaşında görünce çok şaşırır, yerinden zıplar, tablet elinden düşer): ayyy! ay erol, sen nerden çıktın, hani bu hafta sonu gelmiyordun, ay ödüm koptu. erol! gerçekten burdasın değil mi, rüya falan görmüyorum yani.
erol (gülümseyerek): rüyalarında beni görmeye başladıysan, hala bir ümit var demektir peri kızı.
sürpriz yapmak istedim sana. engin sabah arayıp, bu gün londra’ya gitmesi gerektiğini söyleyince, öyle bir plan yaptık işte. senin burda yalnız kalmana izin vereceğimizi düşünmedin herhalde. (yüzünde muzipçe bir sırıtışla) koray da döndü, seni andre ile baş başa mı bıraksaydım yani? bunca yıldır yanımda çalışır ama güzel bir kadın söz konusu olduğunda franszı erkeklerine güvenmemek gerektiğini çok önce öğrendim.
defne( gülerek eerol’un omzuna vurur): andre mi, yok artık…(dayanamaz sarılır erol’a) gelmene çok sevindim. engin’in sessizliğini bile özledim bu akşam, düşünebiliyor musun? hani, böyle “masada karşımda otursa da, yine hiç konuşmasa, öyle dursa” dedim içimden, “hiç olmazsa kendi kendime konuşmuş olmam, cevap vermese de dinleyen biri var…”
(geri çekilir, koltuğa oturur, sesi biraz buruk) eee, nasıldı istanbul, ne var ne yok?
erol (yanındaki koltuğa oturur): önce sen benim soruma cevap ver, sonra istanbul’u konuşuruz. neden ağladın sen yine? hani bana söz vermiştin?
defne: yok canım ne ağlaması, ağlamadım ben.
erol: defne, ne kadar kötü bir yalancı olduğunu ikimiz de biliyoruz, hemen cevap vermezsen hiç acımam seni burda deli gibi gıdıklarım, doğduğun andan başlayarak bildiğin bütün devlet sırlarını dökülürsün.
defne: aman ya, sana da hiçbir şey söylenmiyor. niye söyledim ki sanki gıdıklanmaya dayanamadığımı?
erol (kollarını kavuşturur, bir kaşını kaldırı): bekliyorum…
defne: tamam, tamam, konuşuyorum, işkenceye gerek yok. zaten konuşmazsam, çatlayacak gibiyim, içim şişti iyice.
ömer…iki gündür hiç aramadı. dün defileleri vardı. ben aradım, telefonlarıma da çıkmadı. sinan’ı aradım, bir şey mi oldu diye korkarak…tabi, niye beni aramadı diyemedim…havadan sudan, nasılsınız falan… sinan’da iyiyiz, defile teleşı işte deyip kapattı.
erol: ne var bunda üzülecek, sen de biliyorsun bu işleri, gerçekten yoğun olduğu için açmamıştır belki.
bir dakika ya, ben niye kendi ayağıma sıkıyorum ki? siyah cipli pirensi savunmak sanki bana düştü. ey allahım, sen nelere kadirsin?
bana bak defne, senin yüzünden bünyemin kaldıramayacağı kadar iyi olmaya başladım, bazen aynada kendime bakınca midem bulanıyor. ne zaman bu acıma son verip benimle evlenmeyi kabul edeceksin? et de ben de titreyip özüme döneyim, olmuyor böyle. yavru köpek gibiyim yahu…
defne (kahkahalar arasında): sen…yavru köpek ha? iyilikten miden bulanıyor demek…
üzgünüm kötülükler diyarının yakışıklı kralı ama sizin çıktığınız bu yolda daha savaşmanız gerken çok ejderha var.
(sakinleşir) sağol söylediklerin için, ben de biliyorum yoğun olduğunu ama akşam bunu görünce dayanamadım, ya gerçekse dedim içimden
(tableti alır, açar. erol’a bir magazin sayfasındaki fotoğrafı ve haberi gösterir. fotoğrafta ömer ve fikret gallo, bir restorandan sarmaş dolaş çıkmış arabalarına gitmekte iken görülmektedir. fikret, ömer’e yaslanmış; ömer’in kolu fikret’in belinde…)
erol (haberi okumaya başlar): ünlü modacı fikret gallo ve “son çekici sinyor iplikçi” dün gerçekleştirdikleri moda dünyasında büyük yankı uyandıran defilenin ardından kutlamalara devam ediyorlar. muhabirlerimize yakalan gallo-iplikçi ikilisi, sorularımıza yanıt vermekten kaçındılar. ancak kulislerde çalkalanan “podyumdaki muhteşem birlikteliğin”, gerçek hayatta bir birlikteliğe dönüştüğü, hatta evlilik yolunda adım attıkları söylentilerini yalanlamaktan çok uzak görünüyorlardı. ..
erol: yani, şimdi magazin basını malum. çok da şey etmemek lazım. ben her yemeğe gittiğim kadınla evlenecek olsaydım, mormon tarikatına lider olurdum mesela. hem ne bileyim, kız biraz çakırkeyif gibi geldi bana resimde.
defne (arkasına yaslanır, gözlerini kapatır): bilmiyorum, artık ne düşüneceğimi şaşırdım.
erol(bir süre sessizce defne’yi izledikten sonra): bak ne diyeceğim. neden ömer’e küçük bir oyun oynamıyoruz?
defne(gözünü açmadan cevap verir): bana oyun deme lütfen, başıma ne geldiyse bu oyunlar yüzünden geldi…hoş gelmese belki de hala manu’da olurdum
erol: senin şu 200 bin meselesini diyorsan, onu oyundan bile saymam ben. erol tamay, oynadı mı büyük oynar güzelim.
defne (çok şaşırır, birden gözünü açar, doğrulu): 200 bin mi, hangi 200 bin? sen nerden biliyorsun 200 bini, nasıl yaa?
erol: defne, gerçekten mi? bu meseleyi istanbul’da bilmeyen tek kişi ömer’dir herhalde. hoş o da öğrenmişse şaşırmam artık.
defne: nee? öğrendi mi? yok, yok öğrenmemiştir, nerden öğrenicek. bir dakka, sen nerden öğrendin?
erol: defne bir sakin. mevzumuz şimdi o değil. (göz kırparak) ayrıca bir centilmen kaynaklarını hiçbir zaman açıklamz. (ciddileşir) dinle beni şimdi…
seninle evlenmek istediğimi biliyorsun, bu konuda gayet açık olduğumu sanıyorum. bana şimdi evet de, yarın gidip evlenelim. ya da “belki” de, sen istediğin kadar bekleyeyim. ama beklememe engel olan başka bir durum var. sana anlatmak istediğim o.
defne: erol…seninle evlenemeyeceğimi biliyorsun.
erol: bak, bunu sen biliyorsun, ben de biliyorum, ama ömer bilmiyor değil mi? babam da bilmiyor.
defne: baban mı, babanın ne alakası var şimdi?
erol: izin verirsen anlatacağım. babam…bundan kısa bir süre önce bana bir ultimatom verdi. kendisi aile kurumuna çok bağlı bir insan olduğundan (alaycı gülümser), bizim de bir an önce evlenip çoluk ocuğa karışmamızı istiyor. artık ümidi kesilmek üzereyken , aklına bu dahiyane fikir gelmiş. eğer iki ay içinde evlenmezsem, şirketin yönetimini sevgili kuzenim rıfat’a bırakacakmış; ki ben rıfat’dan nefret ederim. geri zekalı, hiçbir işe yaramayan asalağın tekidir. hayatta tek başarısı erken yaşta evlenip dört çocuk yapması..hoş, çocukların ondan olduğuna da şüpheliyim ya. karısı bizi geç, buraya geldiğinde andre’ye bile…neyse, konuyu dağıttım.
defne: erol, ne diyorsun allah aşkına. şaka mı bu? baban, kuzenin, evlenmek…yok artık…
erol: kulağa şaka gibi geliyor değil mi? biraz eski türk filmi tadı da yok hani. evet, şimdi benim büyük oyun planıma dönelim. diyorum ki, hem babama hem de ömer’e bir oyun oynasak…
defne: nasıl bir oyun?
erol: buradaki çalışmaların nerdeyse bitti, her an istanbul’a dönebiliriz. defile için üç ay vaktimiz var. döndüğümüzde seni babama evlenmeyi düşündüğüm kadın olarak tanıştırırım, böylece kuzen rıfat’ın ayağını kaydırmak için biraz zaman kazanmış olurum. ha, ömer için ekstra bir şey yapmaya gerek kalmaz, benimle aranda en ufak bir şey olduğunu düşünse zaten çıldırır. merak etme.
defne: saçmalama. olur mu öyle şey? hem inanmaz ömer buna. hem babana da böyle bir yalan söyleyemem ben.
erol: olur olur, çok güzel olur. hatta babama senin hamile olduğunu ve en kısa zamanda evleneceğimizi söylesek…rıfat’ı antarktika’ya şutlayabiliriz.
defne: eroool!
erol (kaşını kaldırı): olmaz mı, hamilelik yani?
defne: ay yeter artık, bırak dalga geçmeyi
erol: peki hamile olduğunu söylemeyiz, ama yemeğe gittiğimizde sen biraz miden bulanmış gibi falan yapsan, babam hemen zıplar zaten sonuca
defne: aaa, bak şimdi kafana fırlatıcam…aman senin evde de fırlatıcak kırlent yok, ne fırlatıyım, hah ayakkabımı fırlatıcam bak.
erol (güler): tamam, tamam. ama sen de kabul edersin ki, korumam gereken bir imajım var. kim benim, elimi bile sürmediğim bir kadınla aniden evleneceğime inanır ki? bana söyleseler ben bile inanmam.
defne (o da gülmeye başlamıştır): ne yapıcam ben senle ya?
erol: hah, işte bir aydır beklediğim soru nihayet geldi.
bak benim aklımda müthiş bir fikir var. aslında birçok fikir var…hatta her gece başka bir fikir geliyor aklıma.
ama korkma, basit bir şeylerden başlarız. senin bir şey yapmana gerek yok, ben her şeyi hallederim. sen sadece şimdi oturduğun o koltuktan kalkıp, yavaçya gelip, kucağıma oturuyorsun. gerisi bende…
defne (gülsün mü kızsın mı, bilemez bir halde): gerçekten mi? bunun pek iyi bir fikir olduğundan emin olmadım nedense. hımm, belki başka zaman, bu akşam çok başım ağrıdı sanki.
erol: defne! evlenmeden başın ağrımaya başlarsa…sakın başkalarının yanında böyle konuşma, rezil olurum inan.
defne (ciddileşir): erol hadi ciddi ol artık. böyle bir şey yapamayız sen de biliyorsun. babanı kandıramam, bu tür oyunlardan yeterince ağzım yandı. ömer’i de böyle üzemem.
erol: neden?
defne: ne neden?
erol: ömer’i diyorum, neden üzemezsin? babamı kandırma işini de bana bırak, o konuda vicdan yapmana hiç gerek yok inan.
defne: insan sevdiğini üzmek ister mi? kıyar mı hiç? ne biçim soru, neden?
erol: sen üzülüyorsun ama, o sana gayet de kıyıyor gördüğüm kadarıyla…ne kadar uğraştı ömer senin için?
bak defne, bazen erkeklerin avlanmaya ihtiyacı vardır. ilkel bir içgüdü diyelim. sen sürekli ömer’in etrafında pervane olursan, her elini attığında yanında olacağını biliyorsa, yani seni kovalamak ihtiyacı hissetmiyorsa…ne bileyim, anladın herhalde ne demek istediğimi.
defne: avlanma ihtiyacı diyorsun, ha! bilmiyorum, ben kendi suçluluk duygumla ezilirken ömer için çok kolay lokma mı oldum sence?
erol (tırnaklarını inceler gibi yapar): yaniii.
(ikisi de bir süre sessizce düşünür)
defne: peki erol, dediğin gibi olsun. oynayalım bu oyunu. ama bir şartım var. bu sefer oyunun kurallarını ben koyacağım. seninle bile, bir daha piyon olmaya niyetim yok. büyük oyanayalım olur mu? ya hep, ya hiç…
erol (uzanıp defne’nin ellerini tutar): benim kitabımda hiçe yer yok defne, ya hep, ya hep!
2. sahne
defne ve erol’u atatürk havalimanında uçaktan inerken görürüz. defne, tarzını tamamen değiştirmiştir.üzerinde son derece şık mini bir elbise, saçı g… dergisindeki gibi topuz, erol’un kolu belinde olarak terminale girerler. bir süre sonra pasaport kontrolden geçip çıkmak üzerelerken magazin muhabirleri tarafından etrafları çevrilir.
muhabir: erol bey, bir saniye, bir açıklama yapacak mısınız efendim?
erol (defne’ye iyice sarılır ve dönüp kamerala bakar, gülümser): gerek var mı?
end of episode 14
senaristin kendi kendine notu: gerçekten, ama gerçekten paris’te çekim yapacağımıza inanan seyirciler olmuş. yok artık.