Kiralık Aşk
özgürlüğün simgesi olan şu uçsuz bucaksız, sonsuz gökyüzünün altında ne kadar çaresiz, ne kadar esiriz kendi küçük dünyamıza…seviyorum gökyüzüne bakmayı diyor o yüzden defne...mucizesini arıyor belki de bir çoğumuz gibi, içinde taşıdığı umut ile karışmak istediği pembe bulutları arıyor belki de, küçükken bir yıldızdan bir yıldıza atladığı hayaller gibi masum, rüyasını süsleyen üç kişilik mutlu hayallerini arıyor belki de yıldızlarda, belki de gökyüzüne sevdalı kuşlar gibi, aşktan görünmez kanatlar takınmış yüreğinin özgürlüğünü arıyor gökyüzünde..kanadını kıran, sevgisini boğazına düğümleyen söylenemeyen bir gerçeğe, yaşamın dayattığı katran karası bir yanlışa mahkum içindeki aşk defne’nin…ömer’e doğru her kanat çırpışında kanadı kırık bir kuş gibi yere çakılıyor tabiri caizse…yüreğinin peşinden gitmek için derman arıyor bilmiyor, bulamıyor o araz ile nasıl uçulur ömer’in dünyasına bir daha geri dönmemecesine. ama aşk var düşüncesinde, ömer sadece…ne aşkla yaşadığı milattan şikayetçi, ne de silinmeyen anılardan sadece olmak istediği defne olamamaktan…defne yaralı da, ömer değil mi?defne’sini her görüşünde, o’nu ilk gördüğü, vurulduğu anın büyülenmişlik hali serde. defne’ye, aşka dair her söz, her koku, her anı, her an, her bakış yutkunulamayan bir yumru boğazında öylesine birikmiş ki defne’si içinde, yüreği dar geliyor artık bu yüke sahilde, bir bankta arkasında bıraktığı pembe kıyafetiyle evinin kapısında defne’sini karşıladığında olduğu gibi tıpkı,o’na dair her şey boğazında yumru olup, yutkunduruyor ömer’i en çok ta nefes kadar yakınında olup ondan yoksun olmak belki...yaşadıkları her an, daha önce yaşanmış bir anı olarak çıkıp geliyor zihinlerinin ve en çok ta yüreklerinin belleğinden uzaklaşamamak, uzaklaştıkça daha da yakınlaşmak, yabancılaşamamak, yabancılaşmaya çalışırken daha da bir’ olmak, gidememek, gittikçe daha da kalmak kabilinden gitmeye çabalamakta olduklarının kabulünde ikisi de ve birbirlerine duyulan aşk dilleniyor teklifsizce, korkusuzca söyleyen artık taşıyamadığı, yüreğine sığdıramadığı yükü atmanın, söylenen, bildiğini en çok duymak istediği kişinin ağzından ilk kez bu kadar yalın, bu kadar kesin ve net olarak duymanın şaşkınlığında, gizli coşkunluğunda, heyecanında, mutluluğunda...ben böyle olmak istemiyorum iki iş arkadaşı gibi dediğinde ömer, yüreği ağzında defne’sinin…ya yine uzaklaşırsa, ya gerçekten vazgeçerse diye…o akşam içine karıştıkları pembe bulutun yok olmaması için, ama bu gün çok iyiydik diyerek o’nu iknaya çalışıyor masumane… çizim yapmak için buluştukları tarafsız bölgede dindiremediği, birikmiş bir özlemle izlediği, nereye gitse yüreğinde taşıdığı defne’si…tam da tanıdığı, tarif ettiği gibi biraz çocuk,biraz çekingen,ürkek,kar tanesi kadar masum illa da tepeden tırnağa aşk olan defne’si…ama yaşanamamaktan, ama dile getirilememekten, ama deli gibi özlemekten, ama bir engele mahkumiyetten öylesine mustarip ki aşk; öylesine sığamıyor ki artık içlerine, iki damla gözyaşı ile haykıran acı bir çığlığa dönüştü birinin gözlerinde diğerinin ellerinde,sözlerinde,o acıyı okşayan ve dahi sahiplenen,silip atmak isteyen buselerinde…aşk… bir kıvılcımla kor yangına dönüşen, önüne gelen her şeyi yakıp küle çeviren, tüm engellere kafa tutan, meydan okuyan, öyle bir duygu ki ondan güçlüsü yok dedirten…her gün defne ve ömer’in yüreklerine bir düğüm daha atarak an be an daha da güçlenen…içlerine kök salan… hiç bir güç veya engelin onu oradan söküp atmaya muktedir olamayacağı, öylesine yenilmez olan…aşkı,umudu,mutluluğu yüklenip gelen; kendi adıma payıma düşen keyfi, içime işleyen tadı fazlasıyla aldığım defne gibi yazarsam,söylersem büyüsü bozulur dediğim bir bölümdü emeği geçenlere, bilhassa hayat verdikleri karakterleri sıkı sıkıya giyinmiş olduklarını hissettiren elçin hanım ve barış bey’e ve elbette sabır göstererek okuyan herkese sonsuz teşekkürler sevgiler.. zeynep